Marjinallerin ekonomisi

Temmuz 1997’nin ikinci yarısından itibaren Uzak Doğu’da mali bir kriz çıkmıştı.

Tayland’da başlayan kriz bir domino etkisi oluşturmuş ve tüm Güneydoğu Asya’yı sarmıştı.

Asya Kaplanları olarak da bilinen birçok ülkenin para birimleri, borsaları ve diğer kıymetleri ekonomik krizden etkilenmişlerdi.

  • Endonezya, Güney Kore ve Tayland krizden en çok etkilenen ülkeler olmuştu.
  • Ekonomik krizler siyasi krizlere dönüşmüş ve ülkelerin yönetimleri değişmişti.
  • Hong Kong, Malezya, Laos ve Filipinler de o krizden oldukça etkilenmişlerdi.
  • Çin, Tayvan, Singapur ve Vietnam ise nispeten az etkilenen ülkelerdendi.
  • Japonya o krizden fazla etkilenmemiş ama kendi içinde uzun dönem sürecek olan mali zorluklarla karşı karşıya kalmıştı. 
  • Kriz daha çok “Güneydoğu Asya krizi” olarak bilinip adlandırılsa da etkileri tüm dünyada hissedilmiş ve küresel bir mali krize dönüşmüştü. 
  • 1997’nin ikinci yarısında başlayan o kriz birçok ülkeyi etkilemesinin yanı sıra, Türkiye’yi de etkilemişti.
  • Sanayi üretimi ve ihracat azalıp işsizlik artmış, kapasite olarak talep ve büyüme daralmıştı.
  • 1998-2000 arası bu negatif etkiler birikti ve neticede 2001 krizi olarak Türkiye’de baş gösterdi. 

O dönemin yöneticileri, krizi yabancı reçetelerle aşmayı tercih ettiler. İşte bu bağlamda ülkeye Kemal Derviş adeta bir kurtarıcı gibi getirildi. Reçete yabancı ama doktor Derviş yerli idi. Küresel finans kapitalin istekleri bir bir sayıldı ve uygulanmaya başlandı. 

Uygulamalar, Türkiye’yi küresel finans kapitale eklemledi. Maliyetler, milletin sırtına yani Hazine’ye yüklendi. Ülkemize has hiçbir yapısal tedbir alınmadı. Çözüm geçici, geçiştirici bir çözümdü ama millette kabul görmüştü. Ak Parti de tam o sıralarda kurulmuştu. Milletin ekonomisine, yüreğine dokunabildi ve oyunu aldı. Doktor Derviş’in reçetesini aynen devam ettirme taahhüdü ile iş başına geçti. Millet, ekonomisine ve yüreğine dokunanın elini sıkmıştı ya artık gerisini pek dinlemek istemedi. Reçeteyi sorgulamadı. Reçetenin, Güneydoğu Asya krizini doğuran sebeplerle dolu olduğu söylense de kulak asmadı. Oyunu verdi, gerisini merak etmedi.

***

Ben, o sıralarda yaşananları ve milletin davranışını anlamak açısından hayatımın en önemli pratik dersini bir pazarcıdan aldım. Ailecek, deniz kenarında bir ilçede yaz tatiline gitmiştik. Kaldığımız yere yakın bir caddede büyük bir pazar kuruluyordu. Bir sabah oradan geçiyordum. Pazarcılar tezgâhlarını kurarlarken, aradan tanıdık bir ses bana “Hocam hoş geldin. Gel bir çay içelim” diye seslendi.

Sesin geldiği yöne bakınca, eskiden beri tanıdığım bir arkadaşımı gördüm. On bir, on iki yaşlarındaki oğlu ile beraber tezgâhını kurmuş, ufak tefek düzenlemeler yapıyordu.

Yanlarına gittim. Bir tabure uzattı. Aldım oturdum. Hoş beşten sonra çay söyledi ve oğluna dönerek, “Oğlum makarnaları bidona boşalt” dedi.

Çocuk, silindir şeklindeki ahşap bir bidonun kapağını kaldırdı ve bidonun yanında üst üste dizilmiş birer kiloluk makarna paketlerini açıp açıp içine dökmeye başladı. Şaşırmıştım. Arkadaşıma, “Ya hu bunları paketler halinde satsan daha iyi değil mi? Niye böyle hepsini açıp açıp bidona dolduruyorsunuz” diye sordum.

Güldü ve bana, “Hocam o paketleri öylece tezgâhın üzerine dizersem satılmaz. Şimdi o bidonu dolduracağım. Akşama kadar hepsi satılır” dedi.

Çok şaşırmıştım. “Allah Allah” dedim; “ne güzel el değmeden paketlenmiş makarnaları almak varken niye bidondan alıyorlar ki” diye sordum.

“Hocam” dedi; “bizim milletimizi iyi tanımak lazım. Biz pazarcılar iyi tanırız. Bak, vatandaş gelir bidona elini daldırıp avucuna gelen makarnalara şöyle bir bakar. Sonra da ver bakalım bundan bir kilo iki kilo der ve alır gider. Bizim insanımız fiziksel teması sever. Göz temasını sever. Dokunmak ister. Bakmak ister. Tamam, güzel paketlenmiştir ama ona dokunamaz. Onu bilemez. Arada şeffaf da olsa bir engel vardır. Naylondan engel ama engeldir. O engel kalkar da temas başlarsa alışveriş de başlar” diye cevap vermişti.

Vatandaş öyle paketleme sistemlerine, üzerindeki yazılara, şekle şemaline bakmaz. Eline gelen makarnaya bakar. Olay budur.

Benim, onun söylediklerinden etkilendiğimi görünce de durumu özetleyiverdi.

Vatandaş önce dokunmak ister. İki, fiyatını sorar. Üç, haftaya biz yine buradayız. Onun için bu haftayı geçireceği öğünü düşünür. Öyle uzun uzun sistemdi, çözümdü, programdı onlarla ilgilenmez.

Gülmüştüm. O gün orada pratik olarak da anladım ki bir program ne kadar detaylı ve güçlü olursa olsun, müşteri memnuniyeti hepsinin önündedir. Siyasi fikirlerin müşterisi ise seçmenlerdir. Seçmenler çok pragmatik düşünür.

Şimdi dönelim yazımın başına.

Güneydoğu Asya’da kriz başlamış, dünyanın birçok ülkesine yayılmış, Türkiye’ye yansımış ve sonunda ekonomimiz etkilenmiş. Ekonomi etkilenince haliyle pazarlar da etkilenmiş. Pazarcı Derviş, IMF’nin özenle paketlediği makarnaları bir reçeteye yazmış; yani bidona doldurup vatandaşa sunmuş. Vatandaş da elini sokup o makarnaya bakmış ve “tamam” demiş; “Ben bu hafta bunu yerim. Gerisi Allah kerim.” İşte ülkemizin böyle bir pratik gerçekliği önümüzde duruyor. Mevcut cumhurbaşkanlığı sisteminde yüzde 2-3 oy başkanı tayin ediyor.

Yani verdiğim örneğin çok marjinal bir örnek olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak unutmayın ki mevcut sistemde seçimi marjinaller kazandırıyor!

İktidarların ömrünü ise sağlam hesaplara dayalı realistler uzatıyor.

Şimdi ülkemizde, her geçen gün etkisini artıran bir ekonomik sıkıntı yaşıyoruz.

Aynı zamanda da hızla bir genel seçime gidiyoruz.

İktidarın iki işi var: Hem ömrünü uzatmak hem de marjinalleri kazanmak.

Muhalefetin ise tek bir işi var. Marjinalleri kazanmak.

Bakalım sonucu kim tayin edecek. 

Vesselam…

Prof. Dr. Mete Gündoğan

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*


Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.