Her tanım bir kısıttır. Yani bir şeyi tanımlıyorsanız aslında ortaya bir kısıt koyuyorsunuz demektir.
Diğer yandan b/ilim, tasniften (sınıflandırmadan) ibarettir. Bir şeyleri tasnif edebilmek için de o şeylerin ne olduğunu tanımlamanız gerekir. O şeyleri tanımladığınız zaman ise kısıt başlıyor demektir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, tanımların b/ilimsel gelişmeyi kısıtlayıcı olmaması gerektiği hususudur. Hatta, tam tersine, tanımlar bilimsel gelişmeyi destekleyici ve teşvik edici şekilde olmalıdır. Aksi durumda dogmalar oluşur ki dogmaların hakim olduğu alanda gelişmeden söz etmemiz mümkün olmaz.
Şimdi bu temel çerçeveyi aklımızda tutarak, konuyu devletin yaptığı tanımlamalara getirelim. Bu yazıda devletin kendisinin tanımlanmasını ele almayacağım. Galatı meşhur olarak var olduğu kabul edilen tanımı aynen kullanıyorum.
Günümüzde devlet, her alanda bir takım tanımlamalar yapar. Birçok iş ve işleyişi çeşitli araçlarla tanımlayarak düzenler. Buna regülasyon da diyebilirsiniz mevzuat da. Nedir bu araçlar diye baktığımızda şunları görürüz; kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, tüzükler, yönetmelikler, tebliğler, Başbakanlık genelgeleri, yönergeler, Danıştay ve Yargıtay’ın ictihatları… bunlar nicelik olarak ne kadardır derseniz, şu anda 10 milyonlarla ifade edilecek kadar çok madde ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Hala da regülasyon ya da mevzuat yapılmaya devam ediyor. Genel olarak ifade edersek, her güne yüzlerce regülasyon oluşumu düşüyor. Dahası, AB müktesebatına da uyum göstermeye devam ediyoruz ki bunlar da milyonlarca maddeden oluşuyor. Bu konuda ipin ucu sanki kaçmış gibi gözüküyor!
Bu kadar devasa mevzuat artık bizlere ayak bağı olmaya başladı. Deregülasyon zamanı geldi de geçiyor bile. Tabi burada önemle şunun altını çizmeliyiz. Deregülasyon demek, hiçbir regülasyon ve mevzuat olmayacak demek değildir. Mevzuatın, kısıtlayıcı hale dönüşmeyecek şekilde minimum, basit ve sade olarak var olması elzemdir. Mevzuat ya da regülasyon, eğer problemler doğal hukuk ya da ilkeler çerçevesinde halledilemiyor ise başvurulması gereken son çare olarak görülmeli ve ortaya çıkarılmalıdır.
Ekonomide Serbestlik ve Adalet
Bugün bütün dünya enerjide bir deregülasyondan bahsediyor ancak kanaatimce her konuda deregülasyona gidilmeli, uygulanabildiği ölçüde doğal hukuk ve doğal ilkeler uygulamasına geçilmelidir. Kolay olanı, doğala en yakın olandır. Bizler de önümüze gelen alternatiflerden mümkün mertebe en kolay olanı seçmeliyiz.
Bir çok konudaki regülasyonlar (mevzuat) artık büyümeye ve rekabete mani olmaya başlamıştır. Ekonomide yapısal problemler var ama ekonomik mevzuat oluşturmaya devam ediyoruz. Mevzuatın bir kısmının uygulanma kabiliyeti yok bir kısmının da gerçeklerle alakası yok. Yine de öylece duruyorlar. Hiyni hacette kullanılacak silah gibiler. Bugün üretimde deregülasyon, hem üreticiye hem de tüketiciye daha fazla seçenek sunmaktadır. Mümkün olan her yerde deregülasyona gidilmelidir. Çünkü yaşadığımız krizler, bizlere regülasyonların çok da işe yaramadığını gösterdi. Onca düzenleme ve sıkı mevzuat ne ekonomik krizleri öngörebildi ne de bu kriz süreçlerinden sağlıklı çıkışa vesile olabildi. Onca regülasyon, sağlıklı bir rekabete bile vesile olamadı. Pazarlarda rekabetin olmadığı yerde büyümeden de sözetmek mümkün olmamaktadır. Örneğin KOBİ’lerin desteklenmesi, birkaç finans kurumunun sırtına bırakılmış durumda. Tabi burada diyebilirsiniz ki regülasyonların görevi sizin beklediğiniz gibi değildir. Ama uygulamada regülasyonlar adeta piyasa mekanizması yerine geçmeye başladı! Peki o zaman bunca regülasyon ne işe yarıyor? Bu regülasyonlar sağlıklı bir pazar yapılanması oluşturamaycak ise ne oluşturacak? Kaynaklarımızı verimli kullanmamıza vesile olmayacak ise neye vesile olacak? Şu anda yapılan her fazla regülasyon üretimde maliyetleri artırıcı, rekabet gücünü kırıcı hale gelmeye başlamıştır. Daha da ilginci, henüz mevzuatı oluşmadı diye bazı yapılması gereken işler bile yapılamıyor. Neden yapılamıyor? Çünkü daha kısıtlamaları oluşmadı! Ne ilginç değil mi?
Bu konuda örnekleri çoğaltmak ve çeşitlendirmek mümkündür. Diyelim ki bir iş kurmak istiyorsunuz. Mevzuat sizi, daha pazara çıkmadan mezara gömecek kadar acımasız bir rakip gibi görmektedir. Buna ehliyetsiz bürokratları/uzmanları da kattığınızda, mevzuatın onların elinde üreticiye ya da vatandaşa karşı nasıl bir silah olabileceğini siz düşünün artık. Diyelim ki işten vazgeçtiniz ve zorlukla kurduğunuz şirketi kapatıp gitmek istiyorsunuz. Yoook öyle. Mevzuat hazretleri size prangaları vurmuş bir kere, öyle kolay kolay bırakmaz. Hem kapanış mevzuatı sizi süründürür hem de yıllarca “ne olur ne olmaz” süresi bekletilirsiniz.
Doğal Hukuka Geçiş
Tabi sadece ekonomi alanındaki regülasyonlardan yani mevzuattan söz etmiyoruz. Devletin her türlü müdahalesinden mevzuatından söz ediyoruz. Çünkü adeta kısır bir döngünün içine girmiş bulunuyoruz. Milyonlarca mevzuat oluşturulmaya devam ediliyor. Bu mevzuatın uygulanması için binlerce uzman istihdam ediliyor. O uzmanlar da yüzlerce yeni mevzuat oluşturmaya devam ediyorlar…
Adalet mekanizmasında da durum piyasaların düzenlenmesinden farklı değildir. Her şeyi tanımlayıp üniform hale getiriyoruz. Adeta her şeyi konfeksiyon üretimi haline getirdiğimiz gibi. Ondan sonra da olmuş olan olayları önce mevzuata uydurmaya çalışıyoruz. Sonra da o mevzuatta takdir ettiğimiz cezayı vermek için uğraşıyoruz. Peki o zaman adaletin kişiselleştirilmesi nasıl olacak? Kamu vicdanının teskin edilmesi nasıl olacak? Adalet hissinin takviye edilmesi nasıl olacak?
Hırsızlık yapan beş kişi düşünün. Bu beş kişinin beşinin de hikayesi ayrıdır. Ama hepsine aynı maddeden ceza vermeye çalışıyorsunuz. Hikayeler zaman zaman ceza indirimine yarıyor o kadar. Bazı rahatsız edici işler yapılıyor ama mevzuata uygun olunca o işlerin hesabı sorulamıyor. Diğer yandan kamu vicdanı sızlıyor. Adalet hissi köreliyor. O zaman o iş mevzuata göre doğru kamu vicdanına göre ya da hakikate göre yanlış iş olmuş oluyor. Çoğu zaman kamu vicdanı da neticeyi Allah’a havale ediyor, unutup gidiyor. Bu konuda da yüzlerce örnek vermek mümkündür.
İlkeli, Sade ve Doğal
Pekiyi hiç düşündünüz mü bunun alternatifi nedir? Bu kadar mevzuat oluşturmak zorunda mıyız? El cevap, hayır. Biz bu kadar mevzuat oluşturmak zorunda değiliz. Bu kısır döngüde sürünmek zorunda da değiliz. İngiltere’ye bakın mesela. Ne anayasası var ne de yasaları. Hem, demokrasinin beşiği olarak da tanımlanır zaman zaman. Doğal hukuk uygulanır. Adaletin kamu vicdanında hissedilir olmasına önem verilir. Yargıçları buna göre hareket etmeye çalışır.
Asllında bizde de Osmanlı’nın son dönemlerine kadar Anayasa yoktu. Binsekizyüzlü yılların ortalarına doğru dünyada bir anayasacılık akımı oluştu. Bu akımdan etkilenerek Ahmet Cevdet Paşa bir heyet oluşturup 1868-78 yılları arasında 1851 maddelik Mecelle’yi yazdı. Mecelle için son dönem Osmanlı anayasası da diyebiliriz. Diğer yandan, o sıralarda sadrazam olan Âli Paşa’nın Fransız Medeni Kanunu’nun aynen çevrilerek kabul edilmesi taraftarı olduğu ifade edilir. Mecelle’nin biraz da bunun için yazıldığı söylenir. Tabi bu da başka bir sorun!
Şimdi bütün bunların ışığında, yaklaşık 90 senedir hüküm süren bir yapı akşamdan sabaha nasıl değiştirilebilir diye sorabilirsiniz. Haklısınız. Ancak şunu da kabul etmeliyiz ki mevcut yapı ile buraya kadar gelinebiliyor. Ülkemiz bunun çok daha ötesine gidebilme potansiyeline sahip olmasına rağmen mevcut mevzuat bu büyümeye engel oluyor. Bu mevzuat bürokratik bir oligarşi oluşturmuş ve bu oligarşi seçilmişlere ortak olmaya çalışıyor. Diğer bir ifade ile, kendi ellerimiz ile ürettiğimiz mevzuatın efendileri dönüp gelmiş bizi sınırlandırmaya çalışıyor! Adeta, insanoğlunun kendi elleriyle ürettiği bilgisayarların bir araya gelerek insanoğlunu ve dünyayı yönetmeye çalışması mücadelesini anlatan bir filmi yaşıyoruz. Milyonlarca mevzuat oluşturuluyor. Bunun uygulanması için binlerce uzman alınıyor. Onlar da binlerce yeni mevzuat oluşturmaya devam ediyorlar… Elbette, bu böyle devam edemez. Çünkü önümüze çıkan tarihi fırsatları mevcut mevzuat ile değerlendirebilmemiz mümkün değildir. O halde bir yerden ya da yerlerden değişime başlamamız gerekir.
Yeni Anayasa ile Doğal Olana ve Asıl Olana Dönüş!
Bu konuda da tarihi süreç bize çok enteresan bir fırsat veriyor. O da yeni anayasa yapım sürecidir. Bu sitemde (29 Eylül 2011) yeni anayasanın nasıl yapılabileceğine ilişkin bir öneride bulunmuştum. Ancak şu andaki işleyiş o önerimden oldukça uzaktadır. Anlaşılan odur ki, mevcut anayasaya benzer bir şekilde yeni bir anayasa yapılıyor. Sadece bazı maddeler değişecek gibi gözüküyor. Radikal bir değişiklik beklemiyorum. Ama böyle devam edecek ise de, deregülasyonun başlangıcına vesile olacak başka bir şeyin yapılmasını tercih ederim.
Bunu kısaca anlatabilmek için öncelikle şu soruyu soralım. İster mevcudun isterse de yapılacak olanın olsun, Anayasa’nın muhatabı kimdir? Vatandaşın kendisi anayasanın doğrudan muhatabı değildir. Bugün anayasanın iki muhatabı vardır. Birincisi TBMM, ikincisi de Anayasa Mahkemesi’dir. Maddeler ve tanımlara gömülmüş bir Anayasa aslında Meclis’in elini bağlar. Anayasa, Meclis’in kanun yaparken ne yapabileceğini ve ne yapamayacağını tanımlar. Diğer bir ifade ile Anayasa, Meclis’in çalışma özgürlüğünü kısıtlayan bir metindir. Meclis’e haddini bildirir. Pekiyi, Anayasa Mahkemesi ne yapar? O da, yaptığı çalışmalarda Meclis’in haddini aşıp aşmadığını kontrol eder. Pekiyi, O’na bu kontrol yetkisini kim verir? Onu da yaptığı anayasa ile bu haddi bildirilecek olan Meclis verir.
Şimdi şöyle bir manzara ile karşı karşıyayız. Demokrasi, milletin kendi kendini yönetme usulüdür. Millet bu yönetimi, seçtiği vekilleri aracılığı ile bir Büyük Meclis’te yapar. Vekiller de biraraya gelerek kendilerini sınırlayan bir Anayasa yapar. Bu sınırlara uyup uymadığını kontrol etsin diye bir Mahkeme oluşturur. Bu Mahkeme üyelerini kendisi dahil çeşitli kurumlar belirler! Neticede milletin kendi kendisini yönetmesinin kısıtları oluşturulmuş olur. Tabi millet bunu ister mi bilemiyorum. Ama ben istemiyorum.
O halde yapılması gereken, madde madde tanımlar oluşturmak yerine, temel bir giriş ile birkaç maddelik ilkeleri Anayasa olarak kabul etmektir. Örneğin, “yapılan bütün iş ve işlemler insanın yaşama hakkını, aklın korunması hakkını, neslin korunması hakkını, inancın korunması hakkını ve malın korunması hakkını temin edecek şekilde olmalıdır” dediğinizde 5 temel ilke ifade etmiş olursunuz. Bunların izahı her şeyi kapsar. Hem böylelikle zamana ve şartlara bağlı değişimlere de maruz kalmamış olursunuz. Milletimizin özünü de ortaya koymuş olursunuz.
Kısacası, bütün dünya basitleştirme ve sadeleştirmeye doğru evrilirken, bizim kendi kendimize pranga üzerine pranga vurmamızın hiçbir anlamı yoktur. Anayasa ile başlayacak bir basitleştirme ve sadeleştirme ardışık olarak kanunları, kanun hükmünde kararnameleri, tüzükleri, yönetmelikleri, tebliğleri, Başbakanlık genelgelerini, yönergeleri, Danıştay ve Yargıtay’ın ictihatlarını kısacası her şeyi etkileyecektir.
Bütün bunlara ek olarak da genel bir prensip kararı almak gerekir. Örneğin, “aynı konuda oluşturulacak her yeni bir mevzuat maddesine mukabil mevcut bir ya da iki madde lağvedilmelidir” gibi. Böylelikle basitleştirme ve sadeleştirme süratli bir şekilde gerçekleşmiş olur.
İnanıyoruz ki, bu prangalardan kurtulursak Türkiye’mizin önünü açılır. Onu hak ettiği yere kısa zamanda ulaştırır. O halde bu fırsatı değerlendirelim, yeni anayasa doğal hukuka doğru yeni bir başlangıç oluştursun. İlkelerden ibaret, sade, kısa ve doğal olsun.
Selam ve Sevgilerimle
Prof. Dr. Mete Gündoğan
Bir yanıt bırakın