1980’li yıllardan bu yana bir internet devrimi yaşıyoruz. Devrim kelime anlamı itibarıyla köklü, hızlı ve kapsamlı bir değişimi ifade eder. İnternet devrimi söz konusu olunca bu anlama bir de süreklilik katmak gerekir. Çünkü bu devrim başladığından bu yana devam ediyor ve şu anda nerede son bulacağına dair net bir bilgimiz yoktur.
2000’li yıllarla birlikte devrimin niteliği değişti ve son 10 yılda çok önemli mesafeler alındı. Bundan sonra da daha büyük değişiklikler bekleniyor. Gerek internet hızında, gerek işlemci hızında gerekse diğer fizik gerçekleri ile birlikte gelişim hızında çok daha büyük mesafeler alınacak.
Bu zamana kadar bütün çözümler bizlere iki boyutlu olarak takdim ediliyor. Önümüzdeki 10 yılda artık birçok çözümün bizlere 3 boyutlu olarak takdim edileceğine şahit olacağız. Diğer bir ifade ile, bugün bize düzlemde (ekranda) takdim edilen çözümler yarın belkide önümüzde bizim belirleyeceğimiz boyutlarda/zamanda üç boyutlu görüntü olarak takdim edilecek. Tabi, gelişim orada da durmayacak…
Teknolojinin varacağı noktalara ya da gelişimine bu kadarcık temas ettikten sonra, asıl bu gelişim ve değişimin kişilere, ailelere ve toplumlara yaptığı etkilere dikkat çekmek istiyorum. Bu değişimin önüne geçmek mümkün değildir. Değişim eskiden de vardı ancak değişim hızı çok yavaştı. Örneğin, bundan 20 yıl öncesinde bir zaman diliminde, emekli olmuş yaşlı bir öğretmen ile mesleğe yeni başlamış genç bir öğretmenin sohbetini dinlediğinizde, yaşlı öğretmenin “bizim zamanımızda” diye başlayarak anlattıklarının, sohbetin olduğu zamanda ne kadar çok değiştiğini anlardınız. Bugün aynı sohbeti aralarında 5 yıllık tecrübe farkı olan iki öğretmen yapabilmektedir. İşte bu durum bize değişimin hızını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Yarın, yukarıda bahsettiğim teknolojik hızlara ve sunumlara ulaşılınca, bir çift yılın bile değişim karşısında “eskiden” olarak bahsedileceğine şahit olacağız.
Bütün bu gelişimler karşısında önemli olan değişmek ya da değişime ayak uydurmak da değildir. Ayakta durabilmek için ya da amiyane bir tabirle yaşamak için zaten değişmek ya da değişime ayak uydurmak mecburiyetindesiniz. Örneğin ülkenizin ordusunu, en iyi kılıç kalkan kullanan askerlerden oluşturduysanız yenilmeye mahkumsunuzdur. Çünkü çağın gerektirdiği ekip, kılıç kalkan ekibi değil lazer güdümlü silahları kullanabilecek yüksek teknolojiye hakim ekiplerdir. Buna, sosyal yapıdan veya kişisel gelişimden uygun örnekler de verilebilir. Aslolan şudur. Öyle ya da böyle değişim her konuda hüküm sürmektedir. Kıyamete kadar da sürecektir.
Pekiyi madem değişim hükmünü sürdürüyor ve bir mecburiyettir, o halde önemli olan ve dikkat edilmesi gereken şey nedir?
Tek kelime ile, önemli olan ve dikkat edilmesi gereken şey “istikamet”tir. Değişim nicelik, istikamet ise nitelik ifade eder. İstikamet doğru ve hak üzere olduğu müddetçe değişim her zaman hayırlara vesile olur. İstikamet yanlış olduğu müddetçe de değişim şerlere vesile olur. Bunlardan ilki adalete ikincisi ise zulme götürür.
Değişimi şu sıralarda dünya siyasi coğrafyasında da çok süratli yaşıyoruz. Bir yanda Arap Baharı diye nitelendirilen orta doğudaki gelişmeler. Bunların ne zaman ve nasıl durulacağını tam olarak kestirmek de güçtür. Halklar başlarındaki idareleri devirdiler. Ancak şu andaki idareler de geçici idarelerdir. Birkaç seçim sonrası ya da birkaç dönem sonrası buralarda neler olacak? Kimler olacak? Nasıl olacaklar? Bunların hepsi cevap bekleyen sorulardır.
Diğer yandan ekonomik çöküşün vurduğu AB ve Amerika’daki değişimler de yoldadır. Bütün bu değişimler karşısında ülkemiz kendisine bir istikamet tayin etmelidir. Bu istikameti sistematik ve iyi bir şekilde oturtturabilirse, bundan sonra yapılacak bütün çalışmalar Türkiyemiz’in doğru bir istikamette çok süratli büyümesine vesile olur ki bu da hepimizi adalete ulaştırır. Ülkemizin süper güç olmasına vesile olur.
Ülkemiz yarım asırdan fazladır ABD-NATO’ya bağlı bir eksende hareket ediyor. Ancak bütün bu gelişmeler karşısında bu eksende hareket etmeye devam etmek, vizyon olarak Türkiye’ye küçük gelir/gelmektedir. Aynı şekilde AB’ye üyelik ve AB ile birlikte hareket etmenin de kendi içinde tutarsızlık ve belirsizlikleri vardır. AB, betonarme karkas üzerine yapılmış bir binadan ziyade yığma tuğladan yapılmış birkaç katlı binaya benzemektedir. Ciddi bir sarsıntı karşısında tamamen çöküp içindekilerin de göçük altında kalacağı bir bina görüntüsü vermektedir. Örneğin, son yaşadığımız Euro krizi bunun bir göstergesidir.
Bugün Avrupa önderleri Yunanistan’ı kurtarmak yerine onu Euro bölgesinden çıkarmanın (atmanın) çarelerini aramaktadırlar. Tabi bunu yaparken de Yunan onurunu korumak için bir yandan onlara Drahmi’ye dönme tavsiyesi yapmaktalar diğer yandan da bazı Yunan politikacılarının ve kanaat önderlerinin Drahmi’ye dönme konusundaki hamasi konuşmalarını değişik şekillerde tasvip ve teşvik etmektedirler. Bu durum da göstermektedir ki AB’nin sıkıntılar karşısında sağlam çözümleri yoktur. Geleceği belirsizdir. Eğer Yunanistan Euro bölgesinden çıkar ya da çıkarılırsa, sırada kimlerin olduğu meçhuldür. Çıkarılmaz ise de Euro bölgesi ekonomik krizi, kartopu gibi büyümektedir. Sonunda, büyük birlikteliklerin olmazsa olmazı olan “güven” ortadan kalkacaktır. Güvenin olmaması halkların oy verme eğilimini, oylar da yönetimleri değiştirir. Bu da birlikteliğin sonunu getirir.
Bütün bu ve benzeri belirsizliklere rağmen Türkiye’nin mevcut şartlarda AB üyeliği, onun büyük bir devlet olma vizyonuna gereken katkıyı vermeyecektir. Nitekim, ABD stratejik araştırma kuruluşlarından biri olan Alman Marshall Fonu Transatlantik Eğilimler (Transatlantic Trends 2011) araştırması sonuçlarına göre Türkiye’nin AB üyeliğine olumlu bakanların oranı (TT 2011, Şekil 37) 2004 yılında %73 iken 2011 yılında %48’e düşmüştür. Bu durum, ülke halkının da benzer bir şekilde düşündüğünün bir göstergesidir. Aynı yönde, halkın “Türkiye kimlerle birlikte hareket etmelidir? (Şekil 40)” sorusuna verdiği cevabın son üç yıllık ortalamalarına baktığımızda; kendi başına hareket etmelidir (azalan) diyenler %35, AB ile birlikte hareket etmelidir (azalan) diyenler yüzde 18, OrtaDoğu ülkeleriyle birlikte hareket etmelidir (artan) diyenler %17, ABD ile birlikte hareket etmelidir (artan) diyenler yüzde 6, Rusya ile birlikte hareket etmelidir (artan) diyenler %6’dır. Bu rakamlar ülkemiz halkının tek bir bloğa ya da ülkeye bağlı hareket edilmesini istemediğinin göstergesidir.
Ortadoğu ülkeleri henüz ne sistem olarak ne de gelişmişlik olarak birlikte hareket edilebilecek bir blok teşekkül ettirebilmiş değillerdir. Rusya ve Doğu’nun Türkiye’deki karşılığı ise oldukça düşüktür.
Neticede ülkemiz kendisini, her türlü avantajlarını kullanarak, önümüzdeki 20 yıl içerisinde süper devlet yapacak bir kulvarda konumlandırmalıdır. Bu da, bulunduğu coğrafi konumu merkez alan ve hem doğu – uzak doğu hem batı – uzak batı hem de en geniş anlamda ortadoğu ile dengeli ilişkiler kuran bir konum olmalıdır. Bu çerçevede benim önerim bu coğrafyayı içine alan Sekiz Deniz Yaylası kitabımda detaylandırdığım bir konumlandırmadır.
Bu tür bir konumlandırma, “komşularla sıfır sorun” politikasını içermez. Komşularla sıfır sorun politikası mevcut yapıyı aynen korumaya çalışma politikasıdır. Halbuki bölgenin mevcut yapısı arızalıdır. Türkiye bu yapıyı adil temeller üzerine değiştirecek şekilde yönlendirip yönetmelidir. Tabidir ki bu da çok güçlü bir vizyon ve planlama gerektirir. Türkiye, “bu işlere bulaşmayayım” da diyemez. İstemese de “bu işler” Türkiye’yi içerisine çekecektir. Onun içindir ki zaman zaman “zoraki lider” tanımı yapılmaktadır. Biz burada, “yumurta kapıya gelmeden” doğru istikamette hazırlık yapma zorunluluğundan bahsediyoruz.
Büyük devletler ancak güçlü ilkeler üzerinde yükselirler. Bu ilkelerin en önemlisi adalettir. Aynı şekilde büyük devletler güçlü kadrolar ile inşa edilebilirler. Bu kadroların en önemli özellikleri ortak yüce ahlaki değerleridir.
Aslında, Türkiye’nin önünde muhteşem bir koridor açılmıştır. Bu koridor Yeni Bir Dünya koridorudur. Bu koridordan geçip geçemeyeceği bugün atacağı adımlara bağlıdır. Öyle bir konumlandırma yapmalıdır ki bu koridordan geçip hedefini tam isabet tutturabilsin. Aksi takdirde, isabetsiz ve istikametsiz konumlandırmalar, ülkemizin onlarca yılının ve sayısız kaynağının heba olup gitmesine vesile olacaktır.
Selam ve Saygılarımla
Prof. Dr. Mete Gündoğan
Bir yanıt bırakın